AUTEUR NEDİR? / ÖMER KAVUR VE SİNEMASI

By Anastasiya Shantanova - 11:11


 


 Auteur Kuram’ın ortaya çıkış sürecinden bahsetmeden önce sinemanın tartışma konusu olduğu başka bir dönemden bahsetmek isterim.  Sinemaya yön veren en önemli soru, ‘’Sinema nedir?’’ sorusudur. Bu sorunun cevabı bir çok kişiye göre değişmiştir, kimine göre bir kayıt cihazı kimine göre ise dünyayı değiştirebilecek ve yeni bir olgu yaratabilecek bir araçtır. Yazım ve anlatım dillerinin gelişmesi, teknolojinin ilerlemesi, yalnızca görüntünün değil aynı zamanda sesin de kayıt alınabilmesi gibi yenilikler ‘’Sinema’’ kavramının ne olduğu ve ne olabileceği gibi yeni fikirler ortaya atılmasını sağlamıştır. Görüntü ve kurgunun gelişmesi ile sesin dahil oluşu, bir sinema dilinin gelişmesini ve sinemanın bir sanat dalı olarak kabul edilmesini sağlamıştır.
   Yapılan deneyler ve gözlemler sonucunda çeşitli kuramlar ortaya çıkmıştır ve bu kuramcılar belli başlı özelliklerine göre ortak başlıklar altında toplanmıştır. Bunlar Biçimci Kuramcılar, Gerçekçi Kuramcılar ve Çağdaş (Çoklu Bakan) Kuramcılar’dır. Özellikle 1900’lü yılların ortalarına kadar Biçimci Kuramların dünya sineması üzerinde bir etki yarattığını görüyoruz. Fabrikasyon mantığıyla üretilen filmler de belli  türlere ayrılıyor ve belli başlı, artık tahmin edilebilir şablonlar içerisinde yapılıyordu. Fakat tüm bu Biçimci Kuram ve fabrikasyon ürünü filmlerin arasından, alttan gelen başka bir akım daha vardı, fotografik ve daha gerçekçi bir geleneği benimseyecek olan ‘’Gerçekçilik’’ akımı. Gerçekçi Film Kuramı, sinemayı sadece pratik sayısal bir eylem olarak görmez. Tüm bunların ötesinde, sinemanın gerçekçi olabileceği fikrini savunur. Özellikle Andre Bazin’e göre sinema, uzayda sürekli gerçeğe yaklaşan ama gerçeği asla kesemeyecek bir doğrudur. Onun bu aksiyomunun temelindeki düşünce gerçekliğin her zaman kurmaca olandan üstün olması ve bu sebeple kurmacanın her daim gerçeklik hissine öykünmesi yatar. Ona göre sinema gerçeğin sanatıdır ve yaşadığı dönemde sinemayı sanat olarak görmüş önemli bir insandır.
    1939’lu yıllardaki bir başka görüş de sinemanın Romana yaklaştığı iddia eder. Alexandre Astruc bir makalesinde kamerayı bir kaleme benzetmiştir. Ona göre yönetmenler kamerayı roman yazar gibi kullanmalıdırlar. Alexandre Astruc, ‘’Benim dil sözcüğüne bu bağlamda yüklediğim anlama göre dil, bir sanatçının ne kadar soyut olursa olsun düşüncelerini ifade ettiği veya tıpkı günümüz roman ve denemelerinde yapıldığı gibi takıntılarını aktardığı bir biçimdir. Bu sebeple ben bu yeni sinema çağını kamera-kalem diye nitelendirmek istiyorum.’’ cümlelerini kullanmıştır. 
    1951 yılında ise Andre Bazin, sinemanın o ana kadar olan kısa döneminde en etkili eleştirel dergi olan ‘’Cahiers du cinema’’ dergisini çıkartmaya başlamıştır. Dönemin genç eleştirmenleri bu derginin tekrar hayata dönüş ve bir arayış için en uygun ortam olduğunu düşünerek bu derginin etrafında toplanmaya başladılar. Fransa’ da 2. Dünya Savaşı işgalleri sırasında ülkede Fransız ve Amerikan filmlerinin izlenmesi Alman İşgalciler tarafından engellenmiş ve Alman Filmleri’nin izlenmesi şart konulmuştu. Bu süre zarfında bir şekilde gelişmekte olan sinema dünyasından kopan gençler işgal sonrası ilk iş olarak tüm izleyemedikleri filmleri izlemeye başladılar. Bu filmlerin hepsini belli bir süre içerisinde peş peşe izlediklerinde bir şey farkettiler. Tüm filmler birbirine benziyordu. İçerik ve tarz anlamında birbirine benzeyen bu tür filmleri arasında fark ettikleri başka bir detay ise izledikleri bazı filmlerin tüm bu tür filmler arasında farklı ve öne çıkan karakteristik yanları olduğunu keşfettiler. Bu filmlerin yönetmenlerine baktıklarında ise belli başlı yönetmenler olduklarını ve filmlerinde ise kendi özelliklerini işlediklerini gördüler. İşte, zaman içerisinde bu eleştiriler ile derginin etrafında toplanmaya başlayan gençler bu yönetmenlere ‘’Auteur Yönetmenler’’ yani ‘’Yaratıcı Yönetmenler’’ demeye başladılar.  Bu eleştirmenler sinemaya çoklu bakan eleştirmenlerin doğmasını sağladılar,  sinemanın kişisel bakış açısını yansıtabilecek bir araç olduğunu düşündüler. Yani aslında, sinema alanında yeni bir dil doğuyordu. Bu kuramın oluşumu doğrusal olmaktan daha komplike olduğu için açıklaması bazen zorlaşabilir. 
   Bahsi geçen dönemlerde sinema sektörüne stüdyo sistemi hakimdi ve bu sistemde bir filmi tanımı ya stüdyo ismiyle ya da filmde oynayan yıldızların ismiyle tanımlanırdı. Yönetmenlerin günümüzdeki gibi daha saygın ya da öncelikli bir değeri yoktu çünkü bir sinema filmi fabrikasyon ürünü olarak ortaya çıkıyor ve bu iş ekip işi olarak görülüyordu. Bu genç sinema eleştirmenleri ‘’B Tipi Film’’ dediğimiz tamamiyle para kazanma amacı güden ürünler içerisinde bile Auteur diyebilecekleri, filmlerinde kendilerinden bir iz taşıyan yönetmenler olduğunu gördüler. Yavaş yavaş sinemanın tanımı bu şekilde başka bir boyut kazanmaya başladı. 
   Auteur Kuramı der ki; film, bir ekip çalışması sonucunda ortaya çıkıyor olsa da tüm ekibi yöneten ve onları yönlendiren kişi yönetmendir. Bu kuram, yönetmenleri belli kalıplardan kurtararak onların sanatçı kimliği kazanmalarına olanak sağladı. Genç Sinema Eleştirmenleri bu kuramın ortaya çıkışında Hollywood filmlerini de izleyip böyle bir yorum ortaya koydukları için bu gelişmeler yaşanırken Amerika’dan Andrew Sarris de kendi düşüncelerini paylaştığı bir makalesinde Auteur Kuramı tanımlamaya çalışıyor ve böylece Auteur Kuram tüm dünyada yayılmaya devam ediyor. Andrew Sarris, Auteur Kuramı eleştiren bir kimi insanların şu sorusuna cevap veriyor, ‘’ Bir yönetmenin Auteur olup olmadığını hangi kriterlerle belirleyebiliriz?’’. Özellikle belirtmeliyim ki günümüzde dahi Auteur Kuram’ın bir kuram olup olmadığı ile ilgili tartışmalar sürmektedir ve o dönem bu tartışmalar çok daha şiddetli geçmiştir. Andrew Sorris ise bu sorulara karşın, bir yönetmenin Auteur olup olmadığına üç halka kriterlerini karşılayıp karşılayamadığına bakılarak karar verilebileceğini söylemiş ve ortaya üç halkadan oluşan aşamalı bir kriter koymuştur. İç içe geçmiş üç halkaya dıştan içe doğru bir bakmak gerekirse en dışta olan halka bir yönetmenin auteur olup olmadığını anlamamız için ilk önce filmin teknik anlamda sorunsuz olması gerektiğini söyler ve filmin teknik özelliklerine bakmamız gerektiğini vurgular. Aksi takdirde bu film ve yönetmen tartışmaya bile değmez. İkinci ve bir içteki halka, filmde yönetmenin spesifik bir izini, tarzını, imzasını arar. En son ve en içteki halka ise bize şu soruyu sordurtur, yönetmenin ruhunun çoşkusu filmde görülüyor mu? ‘‘Yönetmenin Ruhunun Coşkusu’’ndan kasıt asıl anlatılmak istenen filmde yönetmenin karakterini, düşüncelerini, fikirlerini, hayatından bazı parçalarını ve özelliklerini görebiliyor muyuz? Yani yönetmen kendi içsel anlamını yansıtabilmiş midir? Bu üç halkayı da karşılayan yönetmen Andrew Sarris’e göre Auteur’dür ve bana kalırsa da doğru kriterler belirlemiştir. André Bazin ve Peter Wollen, Sarris’e ek olarak toplumsal, tarihsel, politik ve kültürel unsurların sanatçının dilini etkilediğini savunmuştur. 
   1969 yılında ise Peter Wollen, başka bir perspektiften daha bakmamızı sağlamıştır. ‘’Sinemada Göstergeler ve Anlam’’ kitabındaki bir makalede Auteur Kuramı kabul ettiğini görüyoruz fakat bizlere şu soruyu soruyor. Sinema bir ekip işidir, tüm bu ekip işi içerisinde yönetmen ne kadar kendi benliğini, fikir ve tarzını ortaya koyabilir? Auteur Kuram ona göre sadece yönetmen tarafından bakan tek taraflı bir görüştür ve eksiktir. Peter Wollen, filme yapısalcı bir bakış katar. Ona göre yönetmenin bir filme katabilecekleri sınırlıdır. Filmin içerisindeki karşıtlıklardan, tempolardan ve tematik kaygılar üzerinden anlam çıkarılması gerektiğini savunmuştur. Ona göre yönetmenin belki de aklından bile geçmediği anlatılar ve anlamlar seyirci tarafından gözlemlenebilir veya algılanabilir, bu sebeple filmin yapısının çözümlenmesi gerekmektedir ve ona göre bu iki taraflı bir işlevdir. İşte bu şekilde, 20 yıl içerisinde Auteur Kuram yeni bir anlam kazanmıştır. Günümüzde ise Auteur Yönetmenler’i sadece tür filmlerinin arasında aramak zorunda değiliz. Bir yönetmenin auteur olup olmadığını anlamak için Sarris’in ölçütlerinden yararlanırken Wollen’ın da yapısalcı bakış açısına bürünmeliyiz. Bir çok alanda Auteur Yönetmenler görmemiz mümkün.  Auteur Yönetmenler’e örnek verecek olursak eğer bunlara François Truffaut, Federico Fellini,  Stanley Kubrick, Andrey Tarkovski, Woody Allen, Alfred Hitchock, Quentin Tarantino gibi isimler verilebilir. Ve bu şekilde artık biçimcilik ve gerçekçilikten ziyade yeni bir akım ortaya çıkıyordu. Farklı bilim dallarından da yararlanan, çoklu bakan kuramcılar ortaya çıkıyordu.

   Gelelim sayın Ömer Kavur ve onun sinemasına.


   Ömer Kavur sinemasını Auteur Kuram çerçevesinde sağlıklı bir şekilde değerlendirebilmek için bana kalırsa öncelikle Ömer Kavur’un kendisinden ve yaşantısından bahsetmek gerekir. Çünkü onu Auteur olarak tanımlamamızı sağlayan özellikleri, filmlerinde kullandığı temalar, özgün içerikler, içsel tutarlılıklar vb. daha sayabileceğimiz bir çok unsur onun düşünce yapısını oluşturan yaşanmışlık ve deneyimlerinden gelmektedir. 1944 yılında Ankara’da doğan Kavur’un anne ve babası o daha 6 yaşındayken boşanmışlardır ve çocukluğunda beraber yaşadığı kişi çoğunlukla anneannesi olmuştur. Ortaokulu babasının görevli olduğu Yugoslavya’da okumasına rağmen Türkiye’ye dönüşünde bu öğrenimini geçerli saydıramamasından ötürü öğrenimini Türkiye’de Robert Koleji’nde tekrarlamak durumunda kalmıştır. Bu dönemlerde sinema ve fotoğrafa ilgi duymaya başlamıştır. Kabataş erkek lisesini bitirdikten sonra Fransa’ya giderek ünlü sinema okulu İnstitut des Hautes Etudes Cinematographiques’ de öğrenim görmüştür. Bu dönemde yaşamını sürdürebilmek için bir otelde, resepsiyon bölümünde çalışan Ömer Kavur’un sinemasının da bu faktörlerden etkilendiğini görüyoruz. Özellikle hayatının gelişim evresini farklı kültürler ve bölgeler içinde geçirmesi onun filmlerinin tarzına da yansımıştır. Doktorasını yarım bırakarak Türkiye’ye geri dönen Ömer Kavur tüm hayatı boyunca on üçü uzun metraj olmak üzere toplam on dört film çekmiştir. 
   Nasıl ki Hollywood’ta basmakalıp ve belli şablonlarda filmler üretiliyordu, aynı şekilde Türkiye’de de Yeşilçam adı verilen bir şablon vardı. Ömer Kavur’un filmleri standart kalıplara uymadığı için yapımcılar onun filmlerine yatırım yapmıyorlardı çünkü bu filmlerin gelir getireceğine inanmıyorlardı. Ömer Kavur bu sebepten çekeceği filmlerin bütçesini ve yapımcılığını kendi karşılamaya çalışıyordu. Yeşilçam Filmleri’nin izlerini taşıyan ama asla bir yeşilçam filmi olduğunu söyleyemeyeceğimiz eserleri, onun aslında Yeşilçam’ın kıyısında olan bir Auteur yönetmen olduğunu kanıtlar niteliktedir. Yeşilçam starlarını da filmlerinde oynatan Ömer Kavur genellikle bu filmlerde belli başlı temaları işlemektedir. Özellikle filmlerindeki ana karakterlerin belli konularda ‘’yalnızlık’’ hissettiklerini düşünüyorum. Hepsinin. Zaten kendi hayatında da anne babasının ayrılığı yüzünden bu hissi yaşamış olabileceğini düşünüyorum veya sürekli yaşadığı yeri ve okulu değiştirmek zorunda oluşu onu yalnız hissettirmiş olabilir. Tüm bu hızlı değişiklikler arasında insanların ihanetine uğrayabilmiş olabileceği düşüncesi benim mantığıma iyice uyuşuyor çünkü filmlerinde mutlaka iki yüzlü insanların varlığına vurgu yapıyor. Bu konuları içsel bir bakış açısıyla eleştirdiği filmlerine yansımış durumda. Filmleri ne kadar farklı konularda olsa da temaları genellikle aynı ve benzer soruların cevaplarını aradığını görüyoruz Ömer Kavur’un. ‘’Yaşam nedir?’’,’’Ölüm nedir?’’, ‘’ Zaman nedir?’’ gibi sorularla karşımıza çıkıyor Kavur eserleri. Kalabalıklar içinde yalnızlık çeken karakterlerin iç dünyasını bize göstermek adına filmleri yavaş akıyor, bize karakterlerin psikolojisini ve düşünce yapısını anlayabilmemiz ve empati kurabilmemiz için zaman veriyor. Araştırmalarım sonucunda genellikle çalışmalarını yazarlar ile birlikte gerçekleştirdiğini söylemem pek de yanlış olmayacaktır. Bunun sebebinin Ömer Kavur’un sinemayı kendini anlatabileceği sanatsal bir yapı olarak görmesidir diyebiliriz. Tıpkı Alexandre Astruck’un dediği gibi. Sinema ve kalem ilişkisi gibi. Aynı zamanda filmlerinde mutlaka bir otel figürü görürüz. Bu sahnelerdeki karakterler bize çok yakın gelir, onları anlarız. Bunun sebebi ise Ömer Kavur’un gerçekten bu konuda deneyimli olup o karakterin iç yüzünü bilmesinden kaynaklıdır. Yeşilçam’ın fahişe- kamyoncu ilişkisini Ömer Kavur’un filmlerinde başka bir boyut ve anlamda izlersiniz. Çünkü onun filmlerinde bu iki karakter gerçek duygulardan beslenir. Şablonların gerektirdiği kriterlere uymazlar. Kasabalarda yaşamamasına rağmen, o tür bölgelerde çok dolaşması ve yine de bir gözlemci olduğu için hikayelerin çoğu genelde kasabalarda geçiyor fakat mutlaka bulunduğu durumu sorgulayan bir karakter ile karşı karşı kalıyoruz. Onun kasaba tanımı baskıcı bir yapıya sahiptir, bu sayede yabancılaşma kavramını çok iyi bir şekilde işler. Kasabalarda, yollarda ya da İstanbul’un merkezi olmayan bölgelerinde geçen filmlerinde genellikle pastel tonlarını kullanılır ki ben de filmlerini izlediğimde bunun ilgiyi daha çok ortamda ve olayın kendisinde tutması için yaptığını düşündüm. Kullandığı pastel tonları bana kalırsa insanı içine çekiyor, empati kurmayı kolaylaştırıyor ve görsel anlamda da insanı doyuruyor. Temalarında yaşattığı karakterler ve doğal olarak kendisi, sürekli bir arayış içerisindedir. Bir amaç, hedef, mutluluk,insan, soyut veya somut… Az ve öz müzik kullanımlarıyla görüntünün uyumunu yakalayan Ömer Kavur, dönemin filmlerindeki çizgisel zaman algısını bazı filmlerinde kırarak dönüp duran bir zaman algısını  işlemiştir. 




   Ömer Kavur aslında zaman algısı üzerinde ısrarla duran bir yönetmendir. Filmlerinde genel anlamda saatleri öylesine kullanmadığını, aksine anlamlı bir şekilde kurguladığını görüyoruz. Özellikle Akrebin Yolculuğu adlı filminde tüm tema zaman kelimesinin üzerinde kurulmuştur, diğer filmlerinde ise olay örgüsü içerisinde yine zaman vurgulanmıştır. Özellikle Yatık Emine, Kırık Bir Aşk Hikayesi, Akrebin Yolculuğu ve Göl filmleri döngüsel bir zaman üzerine kurulmuştur. Akrebin Yolculuğu adlı filmi aslında tüm bu bahsettiğim noktaları barındırıyor. Döngüsel bir zamanda, bir kasabada geçen bu filmin içerisindeki otel unsuru, resepsiyoncunun bu otelden türlü türlü iki yüzlü insanların geçtiğini söylemesi,kullanılan pastel tonlar ve kullanılan müziğin temaya uygunluğu başlı başına bu filmi kalıplardan kurtarıyor. Kullanılan metaforlar aslında yönetmenin sanki anlamlı parçalardan anlamlı ve sanatsal bir bütün oluşturmak istediğini kanıtlar nitelikte. Buna örnek olarak şu düşüncemi belirteceğim. Baş Kahramanımız Kerem’in cesedinin göle atılmasının temel sebebi ve hatta filmde deniz değil de göl bulunmasının temel sebebi gölün kendi suyuyla beslenmesi ve denizin de başka kaynaklardan beslenip kendi suyunu başka kaynaklara aktarmasıdır. Yani aslında göl burada baş kahramanımızın belli bir zaman döngüsü içerisinde kendini tekrar etmesini temsil ediyor. Aslında o göle cesedi her atıldığında zaman döngüsü başa sarıyor, köyden ayrılamayan Kerem bir şekilde tekrar köye geri dönüyor. Bir önceki zamanında oturduğu sokağın ise ‘’Tekerrür’’ ismini taşıması kesinlikle bir tesadüf değildir. Bu filmde Kavur’un zaman ile ilgili düşüncelerini dinliyoruz adeta. Zaman var mı yok mu? Zaman önemli mi? Duygular asla ölmez. Tıpkı Melekler Evi filminde zaman konusunu işlediği gibi. Bu filmi diğer filmlerine göre daha Amerikan tarzı bana kalırsa. Daha hareketli ve akışkan. Zamanı incelerken toplum analizini de başarılı bir şekilde işliyor bu filmde Kavur. Zaten onun filmlerinin dönemsel faktörlerden etkilendiğini de anlamamız mümkün. Ömer Kavur dönemin siyasal ya da toplumsal eleştirisini direkt olarak işlemese bile karakterlerin üzerindeki baskıdan dönemin zorunluluklarını anlayabiliyoruz. 
   





Kırık Bir Aşk Hikayesi’nde ise kasabadaki ilişkilerin insanları nasıl kısıtladığını gözler önüne seriyor. Filmi öyle bir işliyor ki bizim normalde bu kasaba halkına öfke beslememiz mümkünken tam tersine empati kuruyor, onlara üzülüyor ve bu ilişkilerin nasıl düzelebileceğine dair düşünmeye başlıyoruz. Bu tamamiyle Ömer Kavur’un klasik Yeşilçam yasak aşklarından daha farklı ve yaratıcı olmasından kaynaklı olarak mümkün oluyor. Burada da zaman doğrusal işlenmiyor. Aysel karakterinin kasabaya gelişi, yaşananları anımsatan olay örgüsü ve kasabadan tekrar ayrılışı bizlere sunuluyor. Burada Ömer Kavur’un duygusal anlatımının çok güçlü olduğunu düşünüyorum. Burada Aysel yalnız bir karakter, yalnızlığın içerisinde. Fuat ise kalabalığın arasında kendini yalnız hissediyor çünkü onun hislerini ve duygularını kimse anlamıyor. Özgürce yaşayamamakla birlikte mutluluğun kıyısından geçen bu iki karakter için ilişkileri mutlu son ile bitmiyor. Aysel de bir arayış içerisinde. İstediği huzuru arıyor. Bu yalnızlık hissi ve huzur arayışı Ömer Kavur’un yaşannmışlıklarından geliyor.
 
 Körebe filminde ise maddi durumu yerinde olan bir kadının kaybolan kızını ararken sınırlı dünyasının dışına çıkışını izliyoruz. Karakterin yaşadıklarıyla beraber İstanbul’un farkli yüzlerini tanıtıyor bize Ömer Kavur. Bir içsel arayışın çevre gözlemlemesiyle buluşması diyebiliriz.
   Anayurt Oteli filminde ise Zebercet’in yalnızlığı tüylerimizi ürpertiyor ve onun bu yanlızlığına derman olacak içsel arayışı bizim tüylerimizi diken diken ediyor. Hayatını artık anlamlandıramayan karakterimiz kendini kötü bir sona hazırlar.

 Sonuç olarak şunu söylemeliyiz ki  Ömer Kavur’un yukarda bahsetmiş olduğum filmlerinin konuları farklı olsa bile benzer temaları içermektedir. Yalnızlık, zaman, ölüm ve yaşam… Özgün ve özerk bir yapıda olan filmlerine baktığımızda toplumsal faktörlerle birlike Ömer Kavur’u Ömer Kavur yapan düşünceler üzerine kurulduğunu görüyoruz. Her film hem teknik açıdan hem de içerik açısından onun imzasını taşıyor. Onun içsel dünyasını ve içsel dalgalanmalarını filmlerinde görebiliyoruz ve bu filmleri izlediğimizde ‘’ Bu bir Ömer Kavur filmidir.’’ Diyebiliyoruz. Onun filmlerini izlediğinizde ismini hatırlarsınız, diğer filmleriyle bir bağ kurarsınız. Sarris’in üç halkasına baktığımızda, filmlerinin teknik açıdan sıkıntılı olmadığını hatta güzel ve spesifik özellikler taşıdığını, kendi tarzını ve imzasını kullandığını, Ömer Kavur’un ruhunun coşkusunu hatta tüm baskın hislerini taşıdığını söyleyebiliriz. O, insan psikolojisini gerçekten anlayıp bizlerle paylaşmıştır, kullandığı belirli temalar ve simgelerle izleyicisini düşündüren ve onla iletişim kuran Ömer Kavur, bir Auteur Yönetmendir. Bir roman yazar gibi film çekmiştir ya da romanlardan esinlenmiştir. Kullandığı metaforlar bize filmlerinin basmakalıp bir üründen çok daha fazlası olduğunu göstermektedir. En önemli imzası bana göre zaman kavramına yaptığı vurgudur.


    Onun filmlerini izlemeden önce sıradan bir Yeşilçam tarzı filmi olabilecekleri fikri filmlerini izlerken anında kayboldu ve açıkçası onun filmlerini izlediğim için kendimi çok mutlu hissediyorum. Onun filmlerini izlerken kendimi düşünürken buldum ve tamamiyle hem görsel hem içerik hem de sanatsal açıdan bizleri doyuran filmler yaptığını düşünüyorum. Filmleri bence evrensel fikirlerden  ve varoluşsal sancılardan ortaya çıkıyor. Genelden farklı bir yol izleyen Ömer Kavur’un filmlerinin hak ettiğinden az  bilinmesi üzücü bir durum olarak bulmakla birlikte bu konu üzerinde yapılan çalışmaların ilgiyi arttırmasını dilerim.


  • Share:

You Might Also Like

0 yorum


İletişime Geç !

Ad

E-posta *

Mesaj *