Yapılan deneyler ve gözlemler sonucunda çeşitli kuramlar ortaya çıkmıştır ve bu
kuramcılar belli başlı özelliklerine göre ortak başlıklar altında toplanmıştır.
Bunlar Biçimci Kuramcılar, Gerçekçi Kuramcılar ve Çağdaş (Çoklu Bakan) Kuramcılar’dır.
Özellikle 1900’lü yılların ortalarına kadar Biçimci Kuramların dünya sineması
üzerinde bir etki yarattığını görüyoruz. Fabrikasyon mantığıyla üretilen
filmler de belli türlere ayrılıyor ve
belli başlı, artık tahmin edilebilir şablonlar içerisinde yapılıyordu. Fakat
tüm bu Biçimci Kuram ve fabrikasyon ürünü filmlerin arasından, alttan gelen
başka bir akım daha vardı, fotografik ve daha gerçekçi bir geleneği
benimseyecek olan ‘’Gerçekçilik’’ akımı. Gerçekçi Film Kuramı, sinemayı sadece
pratik sayısal bir eylem olarak görmez. Tüm bunların ötesinde, sinemanın
gerçekçi olabileceği fikrini savunur. Özellikle Andre Bazin’e göre sinema,
uzayda sürekli gerçeğe yaklaşan ama gerçeği asla kesemeyecek bir doğrudur. Onun
bu aksiyomunun temelindeki düşünce gerçekliğin her zaman kurmaca olandan üstün
olması ve bu sebeple kurmacanın her daim gerçeklik hissine öykünmesi yatar. Ona
göre sinema gerçeğin sanatıdır ve yaşadığı dönemde sinemayı sanat olarak görmüş
önemli bir insandır.
1939’lu yıllardaki bir başka görüş de sinemanın Romana
yaklaştığı iddia eder. Alexandre Astruc bir makalesinde kamerayı bir kaleme
benzetmiştir. Ona göre yönetmenler kamerayı roman yazar gibi kullanmalıdırlar. Alexandre
Astruc, ‘’Benim dil sözcüğüne bu bağlamda yüklediğim anlama göre dil, bir
sanatçının ne kadar soyut olursa olsun düşüncelerini ifade ettiği veya tıpkı
günümüz roman ve denemelerinde yapıldığı gibi takıntılarını aktardığı bir
biçimdir. Bu sebeple ben bu yeni sinema çağını kamera-kalem diye nitelendirmek
istiyorum.’’ cümlelerini kullanmıştır.
1951 yılında ise Andre Bazin, sinemanın o ana
kadar olan kısa döneminde en etkili eleştirel dergi olan ‘’Cahiers du cinema’’
dergisini çıkartmaya başlamıştır. Dönemin genç eleştirmenleri bu derginin
tekrar hayata dönüş ve bir arayış için en uygun ortam olduğunu düşünerek bu
derginin etrafında toplanmaya başladılar. Fransa’ da 2. Dünya Savaşı işgalleri
sırasında ülkede Fransız ve Amerikan filmlerinin izlenmesi Alman İşgalciler
tarafından engellenmiş ve Alman Filmleri’nin izlenmesi şart konulmuştu. Bu süre
zarfında bir şekilde gelişmekte olan sinema dünyasından kopan gençler işgal
sonrası ilk iş olarak tüm izleyemedikleri filmleri izlemeye başladılar. Bu
filmlerin hepsini belli bir süre içerisinde peş peşe izlediklerinde bir şey
farkettiler. Tüm filmler birbirine benziyordu. İçerik ve tarz anlamında
birbirine benzeyen bu tür filmleri arasında fark ettikleri başka bir detay ise
izledikleri bazı filmlerin tüm bu tür filmler arasında farklı ve öne çıkan
karakteristik yanları olduğunu keşfettiler. Bu filmlerin yönetmenlerine baktıklarında
ise belli başlı yönetmenler olduklarını ve filmlerinde ise kendi özelliklerini
işlediklerini gördüler. İşte, zaman içerisinde bu eleştiriler ile derginin
etrafında toplanmaya başlayan gençler bu yönetmenlere ‘’Auteur Yönetmenler’’
yani ‘’Yaratıcı Yönetmenler’’ demeye başladılar. Bu eleştirmenler sinemaya çoklu bakan
eleştirmenlerin doğmasını sağladılar, sinemanın kişisel bakış açısını
yansıtabilecek bir araç olduğunu düşündüler. Yani aslında, sinema alanında yeni
bir dil doğuyordu. Bu kuramın oluşumu doğrusal olmaktan daha komplike olduğu
için açıklaması bazen zorlaşabilir.
Bahsi geçen dönemlerde sinema sektörüne
stüdyo sistemi hakimdi ve bu sistemde bir filmi tanımı ya stüdyo ismiyle ya da
filmde oynayan yıldızların ismiyle tanımlanırdı. Yönetmenlerin günümüzdeki gibi
daha saygın ya da öncelikli bir değeri yoktu çünkü bir sinema filmi fabrikasyon
ürünü olarak ortaya çıkıyor ve bu iş ekip işi olarak görülüyordu. Bu genç
sinema eleştirmenleri ‘’B Tipi Film’’ dediğimiz tamamiyle para kazanma amacı
güden ürünler içerisinde bile Auteur diyebilecekleri, filmlerinde kendilerinden
bir iz taşıyan yönetmenler olduğunu gördüler. Yavaş yavaş sinemanın tanımı bu
şekilde başka bir boyut kazanmaya başladı.
Auteur Kuramı der ki; film, bir ekip
çalışması sonucunda ortaya çıkıyor olsa da tüm ekibi yöneten ve onları
yönlendiren kişi yönetmendir. Bu kuram, yönetmenleri belli kalıplardan
kurtararak onların sanatçı kimliği kazanmalarına olanak sağladı. Genç Sinema
Eleştirmenleri bu kuramın ortaya çıkışında Hollywood filmlerini de izleyip
böyle bir yorum ortaya koydukları için bu gelişmeler yaşanırken Amerika’dan
Andrew Sarris de kendi düşüncelerini paylaştığı bir makalesinde Auteur Kuramı
tanımlamaya çalışıyor ve böylece Auteur Kuram tüm dünyada yayılmaya devam
ediyor. Andrew Sarris, Auteur Kuramı eleştiren bir kimi insanların şu sorusuna
cevap veriyor, ‘’ Bir yönetmenin Auteur olup olmadığını hangi kriterlerle
belirleyebiliriz?’’. Özellikle belirtmeliyim ki günümüzde dahi Auteur Kuram’ın
bir kuram olup olmadığı ile ilgili tartışmalar sürmektedir ve o dönem bu
tartışmalar çok daha şiddetli geçmiştir. Andrew Sorris ise bu sorulara karşın,
bir yönetmenin Auteur olup olmadığına üç halka kriterlerini karşılayıp
karşılayamadığına bakılarak karar verilebileceğini söylemiş ve ortaya üç halkadan
oluşan aşamalı bir kriter koymuştur. İç içe geçmiş üç halkaya dıştan içe doğru
bir bakmak gerekirse en dışta olan halka bir yönetmenin auteur olup olmadığını
anlamamız için ilk önce filmin teknik anlamda sorunsuz olması gerektiğini
söyler ve filmin teknik özelliklerine bakmamız gerektiğini vurgular. Aksi
takdirde bu film ve yönetmen tartışmaya bile değmez. İkinci ve bir içteki halka,
filmde yönetmenin spesifik bir izini, tarzını, imzasını arar. En son ve en
içteki halka ise bize şu soruyu sordurtur, yönetmenin ruhunun çoşkusu filmde
görülüyor mu? ‘‘Yönetmenin Ruhunun Coşkusu’’ndan kasıt asıl anlatılmak istenen
filmde yönetmenin karakterini, düşüncelerini, fikirlerini, hayatından bazı
parçalarını ve özelliklerini görebiliyor muyuz? Yani yönetmen kendi içsel
anlamını yansıtabilmiş midir? Bu üç halkayı da karşılayan yönetmen Andrew
Sarris’e göre Auteur’dür ve bana kalırsa da doğru kriterler belirlemiştir. André
Bazin ve Peter Wollen, Sarris’e ek olarak toplumsal, tarihsel, politik ve kültürel
unsurların sanatçının dilini etkilediğini savunmuştur.
1969 yılında ise Peter
Wollen, başka bir perspektiften daha bakmamızı sağlamıştır. ‘’Sinemada
Göstergeler ve Anlam’’ kitabındaki bir makalede Auteur Kuramı kabul ettiğini
görüyoruz fakat bizlere şu soruyu soruyor. Sinema bir ekip işidir, tüm bu ekip
işi içerisinde yönetmen ne kadar kendi benliğini, fikir ve tarzını ortaya
koyabilir? Auteur Kuram ona göre sadece yönetmen tarafından bakan tek taraflı
bir görüştür ve eksiktir. Peter Wollen, filme yapısalcı bir bakış katar. Ona
göre yönetmenin bir filme katabilecekleri sınırlıdır. Filmin içerisindeki
karşıtlıklardan, tempolardan ve tematik kaygılar üzerinden anlam çıkarılması
gerektiğini savunmuştur. Ona göre yönetmenin belki de aklından bile geçmediği
anlatılar ve anlamlar seyirci tarafından gözlemlenebilir veya algılanabilir, bu
sebeple filmin yapısının çözümlenmesi gerekmektedir ve ona göre bu iki taraflı
bir işlevdir. İşte bu şekilde, 20 yıl içerisinde Auteur Kuram yeni bir anlam
kazanmıştır. Günümüzde ise Auteur Yönetmenler’i sadece tür filmlerinin arasında
aramak zorunda değiliz. Bir yönetmenin auteur olup olmadığını anlamak için
Sarris’in ölçütlerinden yararlanırken Wollen’ın da yapısalcı bakış açısına
bürünmeliyiz. Bir çok alanda Auteur Yönetmenler görmemiz mümkün. Auteur Yönetmenler’e örnek verecek olursak
eğer bunlara François Truffaut,
Federico Fellini, Stanley Kubrick, Andrey Tarkovski, Woody Allen, Alfred
Hitchock, Quentin Tarantino gibi isimler verilebilir. Ve bu şekilde artık
biçimcilik ve gerçekçilikten ziyade yeni bir akım ortaya çıkıyordu. Farklı
bilim dallarından da yararlanan, çoklu bakan kuramcılar ortaya çıkıyordu.
Gelelim sayın Ömer Kavur ve onun sinemasına.
Ömer Kavur sinemasını Auteur Kuram çerçevesinde
sağlıklı bir şekilde değerlendirebilmek için bana kalırsa öncelikle Ömer Kavur’un
kendisinden ve yaşantısından bahsetmek gerekir. Çünkü onu Auteur olarak
tanımlamamızı sağlayan özellikleri, filmlerinde kullandığı temalar, özgün
içerikler, içsel tutarlılıklar vb. daha sayabileceğimiz bir çok unsur onun
düşünce yapısını oluşturan yaşanmışlık ve deneyimlerinden gelmektedir. 1944
yılında Ankara’da doğan Kavur’un anne ve babası o daha 6 yaşındayken
boşanmışlardır ve çocukluğunda beraber yaşadığı kişi çoğunlukla anneannesi
olmuştur. Ortaokulu babasının görevli olduğu Yugoslavya’da okumasına rağmen
Türkiye’ye dönüşünde bu öğrenimini geçerli saydıramamasından ötürü öğrenimini
Türkiye’de Robert Koleji’nde tekrarlamak durumunda kalmıştır. Bu dönemlerde
sinema ve fotoğrafa ilgi duymaya başlamıştır. Kabataş erkek lisesini bitirdikten
sonra Fransa’ya giderek ünlü sinema okulu İnstitut des Hautes Etudes
Cinematographiques’ de öğrenim görmüştür. Bu dönemde yaşamını sürdürebilmek
için bir otelde, resepsiyon bölümünde çalışan Ömer Kavur’un sinemasının da bu
faktörlerden etkilendiğini görüyoruz. Özellikle hayatının gelişim evresini
farklı kültürler ve bölgeler içinde geçirmesi onun filmlerinin tarzına da
yansımıştır. Doktorasını yarım bırakarak Türkiye’ye geri dönen Ömer Kavur tüm
hayatı boyunca on üçü uzun metraj olmak üzere toplam on dört film çekmiştir.
Nasıl ki Hollywood’ta basmakalıp ve belli şablonlarda filmler üretiliyordu,
aynı şekilde Türkiye’de de Yeşilçam adı verilen bir şablon vardı. Ömer Kavur’un
filmleri standart kalıplara uymadığı için yapımcılar onun filmlerine yatırım
yapmıyorlardı çünkü bu filmlerin gelir getireceğine inanmıyorlardı. Ömer Kavur
bu sebepten çekeceği filmlerin bütçesini ve yapımcılığını kendi karşılamaya
çalışıyordu. Yeşilçam Filmleri’nin izlerini taşıyan ama asla bir yeşilçam filmi
olduğunu söyleyemeyeceğimiz eserleri, onun aslında Yeşilçam’ın kıyısında olan
bir Auteur yönetmen olduğunu kanıtlar niteliktedir. Yeşilçam starlarını da
filmlerinde oynatan Ömer Kavur genellikle bu filmlerde belli başlı temaları
işlemektedir. Özellikle filmlerindeki ana karakterlerin belli konularda
‘’yalnızlık’’ hissettiklerini düşünüyorum. Hepsinin. Zaten kendi hayatında da
anne babasının ayrılığı yüzünden bu hissi yaşamış olabileceğini düşünüyorum
veya sürekli yaşadığı yeri ve okulu değiştirmek zorunda oluşu onu yalnız hissettirmiş
olabilir. Tüm bu hızlı değişiklikler arasında insanların ihanetine uğrayabilmiş
olabileceği düşüncesi benim mantığıma iyice uyuşuyor çünkü filmlerinde mutlaka
iki yüzlü insanların varlığına vurgu yapıyor. Bu konuları içsel bir bakış
açısıyla eleştirdiği filmlerine yansımış durumda. Filmleri ne kadar farklı
konularda olsa da temaları genellikle aynı ve benzer soruların cevaplarını
aradığını görüyoruz Ömer Kavur’un. ‘’Yaşam nedir?’’,’’Ölüm nedir?’’, ‘’ Zaman
nedir?’’ gibi sorularla karşımıza çıkıyor Kavur eserleri. Kalabalıklar içinde
yalnızlık çeken karakterlerin iç dünyasını bize göstermek adına filmleri yavaş
akıyor, bize karakterlerin psikolojisini ve düşünce yapısını anlayabilmemiz ve
empati kurabilmemiz için zaman veriyor. Araştırmalarım sonucunda genellikle
çalışmalarını yazarlar ile birlikte gerçekleştirdiğini söylemem pek de yanlış
olmayacaktır. Bunun sebebinin Ömer Kavur’un sinemayı kendini anlatabileceği
sanatsal bir yapı olarak görmesidir diyebiliriz. Tıpkı Alexandre Astruck’un dediği gibi. Sinema ve kalem ilişkisi gibi. Aynı
zamanda filmlerinde mutlaka bir otel figürü görürüz. Bu sahnelerdeki
karakterler bize çok yakın gelir, onları anlarız. Bunun sebebi ise Ömer
Kavur’un gerçekten bu konuda deneyimli olup o karakterin iç yüzünü bilmesinden
kaynaklıdır. Yeşilçam’ın fahişe- kamyoncu ilişkisini Ömer Kavur’un filmlerinde
başka bir boyut ve anlamda izlersiniz. Çünkü onun filmlerinde bu iki karakter
gerçek duygulardan beslenir. Şablonların gerektirdiği kriterlere uymazlar.
Kasabalarda yaşamamasına rağmen, o tür bölgelerde çok dolaşması ve yine de bir
gözlemci olduğu için hikayelerin çoğu genelde kasabalarda geçiyor fakat mutlaka
bulunduğu durumu sorgulayan bir karakter ile karşı karşı kalıyoruz. Onun kasaba
tanımı baskıcı bir yapıya sahiptir, bu sayede yabancılaşma kavramını çok iyi
bir şekilde işler. Kasabalarda, yollarda ya da İstanbul’un merkezi olmayan
bölgelerinde geçen filmlerinde genellikle pastel tonlarını kullanılır ki ben de
filmlerini izlediğimde bunun ilgiyi daha çok ortamda ve olayın kendisinde
tutması için yaptığını düşündüm. Kullandığı pastel tonları bana kalırsa insanı
içine çekiyor, empati kurmayı kolaylaştırıyor ve görsel anlamda da insanı
doyuruyor. Temalarında yaşattığı karakterler ve doğal olarak kendisi, sürekli
bir arayış içerisindedir. Bir amaç, hedef, mutluluk,insan, soyut veya somut… Az
ve öz müzik kullanımlarıyla görüntünün uyumunu yakalayan Ömer Kavur, dönemin
filmlerindeki çizgisel zaman algısını bazı filmlerinde kırarak dönüp duran bir
zaman algısını işlemiştir.
Ömer Kavur
aslında zaman algısı üzerinde ısrarla duran bir yönetmendir. Filmlerinde genel
anlamda saatleri öylesine kullanmadığını, aksine anlamlı bir şekilde
kurguladığını görüyoruz. Özellikle Akrebin Yolculuğu adlı filminde tüm tema
zaman kelimesinin üzerinde kurulmuştur, diğer filmlerinde ise olay örgüsü
içerisinde yine zaman vurgulanmıştır. Özellikle Yatık Emine, Kırık Bir Aşk
Hikayesi, Akrebin Yolculuğu ve Göl filmleri döngüsel bir zaman üzerine
kurulmuştur. Akrebin Yolculuğu adlı filmi aslında tüm bu bahsettiğim noktaları
barındırıyor. Döngüsel bir zamanda, bir kasabada geçen bu filmin içerisindeki
otel unsuru, resepsiyoncunun bu otelden türlü türlü iki yüzlü insanların
geçtiğini söylemesi,kullanılan pastel tonlar ve kullanılan müziğin temaya
uygunluğu başlı başına bu filmi kalıplardan kurtarıyor. Kullanılan metaforlar
aslında yönetmenin sanki anlamlı parçalardan anlamlı ve sanatsal bir bütün
oluşturmak istediğini kanıtlar nitelikte. Buna örnek olarak şu düşüncemi
belirteceğim. Baş Kahramanımız Kerem’in cesedinin göle atılmasının temel sebebi
ve hatta filmde deniz değil de göl bulunmasının temel sebebi gölün kendi
suyuyla beslenmesi ve denizin de başka kaynaklardan beslenip kendi suyunu başka
kaynaklara aktarmasıdır. Yani aslında göl burada baş kahramanımızın belli bir
zaman döngüsü içerisinde kendini tekrar etmesini temsil ediyor. Aslında o göle
cesedi her atıldığında zaman döngüsü başa sarıyor, köyden ayrılamayan Kerem bir
şekilde tekrar köye geri dönüyor. Bir önceki zamanında oturduğu sokağın ise
‘’Tekerrür’’ ismini taşıması kesinlikle bir tesadüf değildir. Bu filmde
Kavur’un zaman ile ilgili düşüncelerini dinliyoruz adeta. Zaman var mı yok mu?
Zaman önemli mi? Duygular asla ölmez. Tıpkı Melekler Evi filminde zaman
konusunu işlediği gibi. Bu filmi diğer filmlerine göre daha Amerikan tarzı bana
kalırsa. Daha hareketli ve akışkan. Zamanı incelerken toplum analizini de
başarılı bir şekilde işliyor bu filmde Kavur. Zaten onun filmlerinin dönemsel
faktörlerden etkilendiğini de anlamamız mümkün. Ömer Kavur dönemin siyasal ya
da toplumsal eleştirisini direkt olarak işlemese bile karakterlerin üzerindeki
baskıdan dönemin zorunluluklarını anlayabiliyoruz.
Anayurt Oteli filminde ise Zebercet’in yalnızlığı
tüylerimizi ürpertiyor ve onun bu yanlızlığına derman olacak içsel arayışı
bizim tüylerimizi diken diken ediyor. Hayatını artık anlamlandıramayan
karakterimiz kendini kötü bir sona hazırlar.
Sonuç olarak şunu söylemeliyiz
ki Ömer Kavur’un yukarda bahsetmiş
olduğum filmlerinin konuları farklı olsa bile benzer temaları içermektedir. Yalnızlık,
zaman, ölüm ve yaşam… Özgün ve özerk bir yapıda olan filmlerine baktığımızda
toplumsal faktörlerle birlike Ömer Kavur’u Ömer Kavur yapan düşünceler üzerine
kurulduğunu görüyoruz. Her film hem teknik açıdan hem de içerik açısından onun
imzasını taşıyor. Onun içsel dünyasını ve içsel dalgalanmalarını filmlerinde
görebiliyoruz ve bu filmleri izlediğimizde ‘’ Bu bir Ömer Kavur filmidir.’’
Diyebiliyoruz. Onun filmlerini izlediğinizde ismini hatırlarsınız, diğer
filmleriyle bir bağ kurarsınız. Sarris’in üç halkasına baktığımızda,
filmlerinin teknik açıdan sıkıntılı olmadığını hatta güzel ve spesifik
özellikler taşıdığını, kendi tarzını ve imzasını kullandığını, Ömer Kavur’un
ruhunun coşkusunu hatta tüm baskın hislerini taşıdığını söyleyebiliriz. O,
insan psikolojisini gerçekten anlayıp bizlerle paylaşmıştır, kullandığı belirli
temalar ve simgelerle izleyicisini düşündüren ve onla iletişim kuran Ömer
Kavur, bir Auteur Yönetmendir. Bir roman yazar gibi film çekmiştir ya da
romanlardan esinlenmiştir. Kullandığı metaforlar bize filmlerinin basmakalıp
bir üründen çok daha fazlası olduğunu göstermektedir. En önemli imzası bana
göre zaman kavramına yaptığı vurgudur.
Onun filmlerini izlemeden önce sıradan
bir Yeşilçam tarzı filmi olabilecekleri fikri filmlerini izlerken anında
kayboldu ve açıkçası onun filmlerini izlediğim için kendimi çok mutlu
hissediyorum. Onun filmlerini izlerken kendimi düşünürken buldum ve tamamiyle
hem görsel hem içerik hem de sanatsal açıdan bizleri doyuran filmler yaptığını
düşünüyorum. Filmleri bence evrensel fikirlerden ve varoluşsal sancılardan ortaya çıkıyor. Genelden
farklı bir yol izleyen Ömer Kavur’un filmlerinin hak ettiğinden az bilinmesi üzücü bir durum olarak bulmakla
birlikte bu konu üzerinde yapılan çalışmaların ilgiyi arttırmasını dilerim.
0 yorum